BI: Sanatsal ifade bağımsızlığını nasıl tanımlarsınız?
EE: Bağımsızlığın tanımı... İstediğini yapabiliyorsan istediğini söyleyebiliyorsan istediğini istediğin biçimde ifade edebiliyorsan bağımsızsındır.
BI: Peki bu bağımsızlığı ne ölçüde gerekli görüyorsunuz?
EE: İnsan hakkı düzeyinde gerekli görüyorum. Sanat zaten bağımsız olmak zorunda, ifade özgürlüğü sanatın temel unsuru. İfadenin en zengin, en olanaklı aracı sanat, dolayısıyla sanatçının bağımsızlığı olmazsa olmaz bir şey.
BI: Nelere bağımlı çalışıyorsunuz? Kurum da olabilir, malzeme de, ideoloji de.
EE: Malzemeye bağımlılık değil de ben daha politik anlamda bir bağımlılık/bağımsızlıktan bahsedebilirim. Malzemeye bağımlı olmak başka bir şey. Yaşadığımız çevreyi malzememiz olarak alırsak, evet ona bağımlıyız. O ekolojinin içinde üretimi sürdürebilmek, varolabilmek zorundayız.
BI: Coğrafya anlamında mı?
EE: Hayır. Her şeyiyle. Ekonomisiyle, sosyal ilişkileriyle coğrafyasıyla, iklimiyle ve saire. Bu noktada, bu toplumda, bu ülkede sanat üretiyorsun. Bu koşullara zaten bağımlısın. Ama bu malzemeye olan bağ gibi, mesela mermerle çalışan birinin mermere bağımlılığı gibi bir şey. Onun zorunlulukları, onun getirilerine bağımlı olmak gibi kaçınılmaz bir şey. Koşullardan bağımsız bir şey yapmak mümkün değil. Bunun üstüne insan hakkı olarak var saydığım şey aslında ideolojik anlamdaki bağımsızlık. Ki bu verili koşullarla çatışabiliyor çoğu zaman!
Ekonomik birtakım bağımlılıklarımız var. Çalıştığımız insanlara, çalışmadığımız insanlara bağımlıyız aynı zamanda. Biraz daha özelleşmek lazım aslında bu soruda bağımlılıkla kast ettiğin ne?
BI: Bu bahsedilen malzeme, çevre, kişiler kurumlar bunlara ne ölçüde bağlısınız? Özellikle beraber çalışılan bir kurum var mı? Veya özellikle bir ideolojiye veya bir politik fikre bağlı işler üretiliyor mu burada?
EE: Öyle bir bağımlılığımız yok. Kendimizin dışında bir otoriteye bağlı değiliz. Beraber çalışsak da bunun sınırlarını birlikte belirlemeyi tercih ederiz veya çalışmayız. Geçen senelerde mesela, İstanbul2010’dan destek aldık. Finansal bir bağ vardı aramızda. Bu bizi kısıtlayan birşey olmadı, bize yardım eden bir şey oldu. 3 sene boyunca festival için finans bulabilmiş olduk.
Bu bağlamın getirdiği bir kısıt sadece son festivalde karşımıza çıktı. Festivalin sergisi Sanat Limanı’nda oldu. Sanat Limanı ve iktidar bağlantısı çerçevesinde ben bir otosansüre girdim. Vibratör diye bir işi vardı bir sanatçının. O işin metnini hafifçe değiştirdim, yumuşattım. Bunun için sanatçıyla yazışmaya başladım, bu sefer sanatçıyla aramızda tartışma çıktı, haklı olarak. Ama mesela oranın açılışında İstanbul2010’un ekibi gelecekti, belediye gelecekti. Şöyle bir pazarlığa giriyorsun; bir tane iş yüzünden burada bütün her şeyi riske atalım mı, yoksa ne yapalım? Benim tavrım genellikle umursamamak, üstüne gitmek olurdu ama bir şeyleri inşa etmeye başladıktan sonra belli sorumluluklar ve ilişkiler içine girdiğin zaman bunu yapmak çok kolay olmayabiliyor. Kendime sonra çok kızdım. Kendi “korku”mu, çok da profesyonel olmayan bir şekilde sanatçıya yansıttım. Sonunda gergin ve tatsız bir biçimde o iş sergilendi. Çünkü birden fark ettim ki sansürü yapan da ben olmuşum. Boşuna böyle bir kaygı yaşanabiliyor çünkü bu tür bağımlılıklarımız var.
Belli bir sosyal ortamda yaşıyoruz. Dayak yemekten de korkuyorsun, yapmakta olduğun işi yapamaz hale gelmekten de. Bir işi yapmanın koşulları var. Bizim arkamızda bir holding, finans kurumu, vs. yok. Biz özellikle de bir kuruma teslim olmadan devam etmeye, sanatın ayrı bir yeri olduğunu hatırlatmaya çalışıyoruz. Sanat ne reklam ne de prestij sağlama aracı değil. Dolayısıyla arada bir yol bulmaya çalışıyorsun ve bu yolun önünün tıkanması, birileri için birdenbire çok sevimsiz hale gelmen çok kolay.
BI: Uygulanan sansür ya da o tercih yalnız olmadığın orada amber olarak varolduğun için miydi?
EE: Tabi tabi. Yani şöyle, sen sanatçı olarak böyle bir iş yapıyor olsan ve yaptığın işi bu tür endişeler sınırlıyorsa zaten kendini tariflediğin kişi olamazsın. Bu kaygılarla zaten ürettiğin sanat başka bir şeye dönüşür. Bireysel bir üretimde ya korkup çekiniyorsundur ya da korkmuyorsundur. İfade edebilirsin veya edemezsin. Bu da senin sanatçı olarak nerede durduğunu ortaya çıkarır, gösterir.
Az önce bahsettiğim durumda bir sürü şeyi temsil eden bir şey yapıyorduk. Bizim amber olarak yapmaya çalıştığımız şey bir alan açmak. Bir sürü insanın faydalanacağı kamusal bir alan, bir tür “pazar” yaratmaya çalışıyoruz. Bu tür sanat ve sanatçı için, alternatif bir bakış için, sanat teknoloji ilişkisi için, medya sanatı için ve saire. Bunu tam yapabiliyorken, üzerine yıllar eklenip daha şu an biraz bilinir hale gelmişken, el yordamıyla bir şey inşa etmeye çalışırken daha korkak, hassas olabilirsin. Senin bireysel kararlarından bağımsız bir varlık haline gelmeye başlayabilir o oluşum. Onu koruma yükümlülüğünü de taşıdığını hissediyorsun.
BI: Türkiye’de nelere, kimlere bağımlı bir sanat yapılıyor?
EE: Bilmiyorum. Devlet ideolojisi ile sanat yapanlar da var, milli görüşü destekleyen işler üretenler de var, onları tekrar üretenler de var, alternatif işler yapanlar da var. Ama hepsinin görünürlüğü aynı değil. Öte yandan çok çılgın, yaratıcı bir şey olduğunu da görmüyorum. Habire olup biten bir şeylerin tekrarı. İyi üretimler var ama bir yandan da piyasaya bağlılığı giderek artıyor. Nalan Yırtmaç’ın bir galeriyle çalışmaya başladığı ortamı algılayınca, piyasanın hakimiyetinin arttığını daha çok düşünüyorum. Sokaktan gelen birisi sonunda bir galeride işlerini sergiliyor. Kendisini de işlerini de çok severim; onu bir sembol olarak kullandım. Sonuçta sanatçının böyle bir güvene ihtiyacı var. Hayatını sürdürebilmesi, sanatla yaşayabilmesi için birtakım çözümler üretmesi gerekiyor ve bu çözümler de sanatın ticarileştiği ortamdan geçiyor. İşte bu yüzden bu seneki temamız “öteki ekoloji”. Sosyal, ekonomik, çevresel ama en önemlisi zihinsel bir değişime, öteki ekolojiye ihtiyacımız var.
Sıkıntılardan biri alternatif oluşumların eksikliği. Hafriyat –en azından mekan olarak-gitti. Geçtiğimiz sene içinde Beyoğlu’nda açılan Arter’in karşısında Borusan var, Borusan’ın çaprazında yine Borusan var, onun ilerisinde Salt var. Bir de Beyoğlu İstanbul’da kendi içinde bağımsız alternatif bir bölge. Orada sanatı tarif eden şey Salt, Arter, Borusan. Bunların hepsi holding destekli kurumlar. Bence o holdingler bağımsız galerilere ve inisiyatiflere destek olmayı seçselerdi İstanbul’da gerçek ve çok daha samimi, yaratıcı ve hareketli bir sanat ortamı oluşurdu. Bu doğru bir model değil ama belli ki karlı bir model. Bu holdingler sanatı tekellerinde tutuyorlar, işin kötüsü bunu başarıyorlar da! Salt’ın yeni binasına bak, tasarımı bile nasıl olmadığı şey olmaya çalıştığını göstermiyor mu? Yalan bir imajla başarıyorlar!
BI: Amber Türkiye’de hem disiplin olarak hem de kurum olarak ana akımın dışında kalıyor diyebiliriz.
EE: Disiplin olarak ana akımın dışında durması bu oluşumu nasıl etkiliyor?
Medyası bakımından bu tür işleri yapmak nasıl diye soruyorsan söylediğin gibi ana akımın dışında dolayısıyla daha az izleyicisi var. Bunları yaparak var olmak başka bir şey yaparak varolmak gibi. Bir de bu işler hala ana akımın dışında ama aslında yeni medya sanatı güncel sanatın bir parçası ve giderek de izleyicisi artıyor. Ana akımın içine yavaş yavaş giriyor. Ama ana akımdan benim asıl anladığım şey, o “ana”nın ne olduğuna karar veren mekanizmalar. Biz onların dışındayız. Onlardan biri değiliz. Biz 2007’den beri bu işleri yapıyoruz ama bu işlerin görünürlüğü, İstanbul Modern’de dijital medya sergisi açıldığında oluyor. Dolayısıyla ana akım sanatın kendisi, medyası falan değil ana akım İstanbul Modern. Ya da Salt mesela. Belirleyici olan onlar. Çünkü basını ile şusu ile busu ile hiçbir şeyi araştırmayan değer bilmeyen bir toplumuz. Zaten küçük bir çevre içindeyiz. Gazeteci de sanata İstanbul Modern’den bakıyor, eleştirmen de, seyirci de. Kimse gelip şuradaki galeride, şu köşe başında ne döndüğüne bakmıyor. Kimsenin umrunda da değil zaten. Bizim yapmaya çalıştığımız bunu değiştirmek! Bakın başka şeyler de var baş işler de yapılıyor; başka ifade biçimleri başka sözler de var başka sunuş biçimleri de.
BI: Amber’in bünyesinde festival var, konferans var, network var geçen sene residency vardı. Nasıl bir kurumsallaşma sürecinden geçti? Nasıl bu kadar dallanıp budaklandı?
EE: Her şey birbirine bağlı aslında. Biz bu alanda iş üretmek istiyorduk. Çok disiplinli işler yapalım. En başında aslında, amber’e başlamadan önceki niyetimiz 6 aylık bir workshop yapmaktı. Programcılar, psikologlar, dansçılardan oluşan bir grubu bir araya toplayıp 6 aylık bir workshop yapmak üzere bir proje yazarak başladık. Sonunda bir sahne işi üretilmesi bekleniyordu ama işin ne olacağı belli değildi. Sonra o giderek şuna dönüştü: “Bunu yapmadan önce tanıdığımız sanatçıları, eşi, dostu çağıralım Türkiye’den dünyadan; burada küçük festivalimsi bir şey yapalım. Bir platform oluşması için bir adım atalım” dedik ve o festivale dönüştü. 2007’de festivale başladık, 2008’de network’ü kurduk, 2009’da konferansa başladık.
Biz İstanbul’da amberFestival’i yapıyoruz ve bu ortamda iş üretmek istiyoruz, yeni teknolojilerden, yeni medyadan söz ediyoruz. 80’lerden sonra, 90’larda daha fazla batıda üretilen iş örnekleri var önümüzde ve onlar üzerinden yeniden işler üretiyoruz. Referanslarımız hep onlar. Öte yandan her İstanbullunun tarihsel misyonuna biz de sahibiz! Batı Doğu meselesi! Bizim teknoloji ile olan ilişkimiz nasıl? Peki kendi doğumuza gittiğimizde, bölgesel olarak sanat ve teknoloji ilişkisi nasıl? Ona da bakmak istedik ama bakamadık çünkü kimseyi tanımıyoruz. Doğuda, Türki cumhuriyetlerde, Kafkaslarda falan hiçbir sanatçıyı tanımıyoruz iletişimimiz yok, onlara ulaşmak çok zor. Kanalları da yok. İnternet üzerinden de sen Kırgızistan’daki bir sanatçıya kolaylıkla ulaşamıyorsun. Bir de onları temsil eden Fransiz Kültür, Goethe, Cervantes gibi kurumlar da yok. Biz de istiyorduk ki İstanbul’da teknolojiyi kullanan Batıdan gelen işler de olsun, doğudan gelenler de olsun. O birliktelikten bir şeyler ortaya çıksın. amberNetwork’ü kurulması da öyle bir ihtiyacın sonucu olarak ortaya çıktı. Kolay bir iş değil daha uzun vadede şekillenecek.
Arkasından amberKonferans’ı yapmak istedik. 2007 ve 2008’de Mladen Dolar geldi, Robert Pfaller geldi. Robert Pfaller “interpasif persona’yı ilk zikretmiş kişiydi, terminoloji ona ait, biz sonradan bulduk onun ilk dillendiren olduğunu; çağırdık geldi, Akbank Sanat’da 5 kişiye konuşma yaptı. Ondan sonra çok üzüldük. Çok güzel konuşmalardı. O insanlarla tanışmak çok iyiydi, konuşup soru sormak çok güzeldi ama 5 kişi vardı. O zaman dedik ki ya biz bu seminerleri yapmaktan vaz geçelim ya da daha fazla insanın izleyeceği bir formata, konferansa çevirelim. O zaman Türkiye’den de konuşmacı olarak daha fazla insan katılır. Şunu fark ettik: böyle bir şeyin katılımcısı zaten akademik çevreden olmak zorunda. Robert Pfaller’ı sokaktan geçen adamın dinlemesini beklemiyoruz. Genç akademik çevre de kendi katılmadığı şeyleri pek umursamıyor. Kendisi sunum yapıyorsa, arkadaşı, hocası varsa o zaman ilgileniyor. Öte yandan festival gibi konferans da genç akademisyenlere ve araştırmacılara bir alan açıyor.
Tabi bir de Türkçe kaynak yaratmak istedik. Konferansın bildirileri bir araya gelsin bir kitap oluşsun, bu da Türkçe-İngilizce olsun istedik. İlerde bakıldığında her sene tartışmaların nasıl geliştiğini de gösteren bir kaynak olacağını düşündük. Türkiye’den de çok makale oluyordu, üçte biri en azından. Türkçe bir kaynak oluşturmak gibi bir kaygı da vardı dolayısıyla konferans oluştu.
Bütün bunlar oturup yürümeye başladıktan sonra baştan beri istediğimiz şey olan amberPlatform’u oluşturmaya çalıştık. Orası bir toplanma merkezi olacaktı, insanların biraraya geldiği, beraber ürettiği, workshopların yapıldığı bir yer. İlk baştaki amacımız da oydu, az önce bahsettiğim uzun süreli workshop projesinin amacı da oydu. O mümkün olmadı çünkü fiziksel mekanın maddi gereklilikleri de var. Ancak 2010’da 1 sene boyunca 2010’dan aldığımız destek süresince o mekanı tutabildik. Ama 1 sene böyle bir şey için çok kısa bir zaman. Orada bir sürü şey yapmış olsak da süreklilik kazanması ve kendi etrafında bir çevre oluşturması daha uzun zaman gerektiriyor. Dolayısıyla amberPlatform öylece kaldı ama bütün bu yaptığımız projeler için bir çatı oldu. Fiziksel bir mekan meselesi de hala gündemimizde.
amberPlatform’u açtığımızda Garanti Bankasından ihtarname geldi. Platform ismini kullanamayacağımızı, ismimizi değiştirmemizi istiyor aksi taktirde dava açmakla tehdit ediyordu. Biliyorsun şimdiki Salt o zaman Platform Garanti idi. Tehdit bu işte, demin de anlatmaya çalıştığım rahatsızlığın görünür hali bu. Bir şirket platform gibi jenerik bir ismi kendisine maletmeye kalkıyor ve bizden ismimizi değiştirmemizi isteyebiliyor. O şirket ya da Platform Garanti gerçekten samimi olsaydı sanat dünyasındaki varoluşunda, o zaman bizi açılışımız dolayısı ile kutlayan, başarılar dileyen bir yazı gelirdi... Biz de cevap yazdık böyle bir hakları olmadığını ve istenileni yapmayacağımızı belirten vs. Sonunda onlar isim değiştirdiler! ☺
İstediğimiz finansal olarak kendini döndürebilecek yaratıcı bir mekan. İnsanlar orada bir şeyler yapsın, ürettikleri satılabilir olsun ya da workshoplar yapılsın. Yarı ticari -ticari olması da kendi kendini döndürebilmesi için- bir mekan. Dışardan destek de olabilir ama onun sürekliliği, garantisi yok. Kendi kendini ayakta tutabilen bir yapı gerekiyor.
BI: Devlet otoritesi veya sosya baskı amber üstünde ne kadar hissediliyor?
EE: Ülkenin gündelik atmosferinde hissedildiği kadar hissediyoruz. Şu ana kadar kurumsal olarak doğrudan bir baskı yaşamadık. Ama eninde sonunda -bilerek ya da bilmeyerek- normların içindeyiz!
Sokakta özgürce yürüyemediğin, özgürce konuşamadığın bir ülkede özgür üretim yapamazsın. Özgürlüğünü engelleyen kaygılarla üretim yaparsın. Hiç umrunda olmayacak şeyleri umursamak zorunda kalıp sanatsal üretimini oraya çekebilirsin; sen kendini sansüre karşı savaşmak zorunda da hissedebilirsin, politik olmak zorunda hissedebilirsin ya da böyle şeyler üretmek istiyorsan üretemeyebilirsin, korkabilirsin. Diğerlerinden korkarsın, ötekileştirilmekten korkarsın, hakikaten fiziksel olarak polisten de korkarsın. Galeriye bir eser koyuyorsan muhtemelen bir şey olmayacaktır ama performatif bir şey yapıyorsan ya da daha genel söylemek gerekirse korunaklı olmayan bir yerde sanat yapıyorsan o zaman polisle de yüzyüze gelirsin.
Mahalle baskısı, sosyal baskı, polis baskısı hepsi aynı örgünün iplikleri. Ve bu ülkede sıkı bir örgünün içinde yaşadığımızı biliyoruz!
BI: Galeri ve müzelerin yeterli olduğunu düşünüyor musunuz?
EE: İstanbul gibi 18-20 milyon insanın yaşadığı bir kentte 8 tane galeri var hepsi şurda (Tophane). Yeterli olmasa gerek. Sayıca yeterli değil. Kalitesinden falan bahsetmiyorum her düzeyde sanatın daha fazla ve yaygın olması lazım.
Müzelere gelirsek zaten kaç müze var İstanbulda ve o müzelerle halkın ilişkisi nasıl. Zaten sanat çok izlenen bir şey değil. Sanatın gerekliliğine eğitilmemiş durumda insanlar. Zoraki resim ve müzik derslerinin hatırladığım formatının dışında sanat kültürünün verilmesi lazım, kabiliyetsiz çocukları bağırta bağırta şarkı söyletmekten ziyade. Ekonomik koşullarla da ilişkisi var ama sadece onlarla ilişkisi olduğunu düşünmüyorum.
Sanatla insan arasındaki ilişkiyi sorgularken de yine Batı gözlüğü ile bakıyoruz. Batının önkabulleriyle bakıyoruz. Doğu’da da sanat hayatın içinde bir yerlerde var ama onu dönüştürerek, özgürleştirerek başka bir yere varmaya çalışmıyoruz. Hep öğretilen şeyler üzerinden gittiğimiz için sanatı üretme ve yeniden üretme biçimimiz de böyle.
Her ne kadar her şeyi Batı’dan alıyoruz desem de Batıda sanat ve sosyal yaşam çok daha iç içe geçebiliyor. Bir sürü STK sanatı, hayatı daha iyi kılmak için bir araç olarak kullanabiliyor. Sokaktaki insana ulaşmaya çalışıyor. Türkiye’de böyle şeyler yok. Mesela hiçbir sanatçı gidip Ümraniye’de sanat yapmaya çalışmıyor. Herkes buraya geliyor, sanatını burada yapıyor çünkü sanat burada görünür oluyor, çünkü bu günkü sanatçı tanımı bunu gerektiriyor.
BI: Türkiye’de kimler sanat nesnesine sahip olabiliyor?
EE: Parası olanlar sahip olabiliyor.
BI: Peki kimler olabilmeli?
EE: Herkes olabilmeli. Normal vatandaş sanat nesnesine sahip olabilmeli. Örneğin şuradaki evlerde sanat nesneleri olabilmeli. Vardır da aslında. Ama sanat nesnesi kabulu ne?
Anonim üretilmiş bir şey de, sanat niyetiyle üretilmemiş bir şey de sanat nesnesi olabiliyor. Muğlalı bir adam vardı mesela, köylü bir adamdı, bu adam garip çeşmeler vs. yapardı, sonra Ağa Han ödülü aldı. Bu adam –adını hatırlamıyorum- deli kabul edilirdi ama sonunda mimar ya da sanatçı olarak tanındı. Onunki sadece yaşadığı çevrede, hayatının bir parçası olan şeylerdi. Ne kadarını sanat için yapıyordu? O doğal üretimiydi adamın ve Muğla’daki insanlar o sanat eserine sahiptiler. İstemeseler de.
BI: Sanat nesnesi sanatçısından çıktığında bağımsızlığı nasıl etkileniyor?
EE: Bu işle olan bağımız nerede bizim? Üretim aşamasında. Bunu ben sana sattıktan sonra beni temsil etmeye devam edebilir, benim işim olmaya da devam edebilir ama artık o bitmiş bir iş. Hayatta yaptığım hatalardan veya doğrulardan bir tanesi olarak duruyor. O aşamada bir bağımlılık yok. Başkasına geçiyor olmasıyla bağımlılık-bağımsızlık arasında bir bağ kuramıyorum.
Satmaktan söz ediyorsan, yaratabilir ama şöyle: Satmak için üretiyor olmak, satılabilir şeyler üretmeye başlamak, satılabilirliğin ölçüler getiriyor olması bağımlılıklar yaratabilir. Ama üretimin varsa ve bu satıldıysa da satılmıştır.
BI: Yüksek sanat diye bir şey var mıdır?
EE: Var tabi.
BI: Nedir?
EE: Pahalı olana denir yüksek sanat.
Var öyle bir şey ama zaten karşıyız. Olmasın diye çalışıyoruz. Bu sorunun cevabı nasıl olabilir ki? Sanat iyi ya da kötü bir sürü işten oluşan bir şey. İyi iş, kötü iş, iyi ifade biçimi, yetersiz ifade biçimi gibi şeyler var ama yüksek sanat bunlarla ilgili değil. O birilerinin ulaşamadığı şey haline gelmeye başlıyor. İnsanların girmeye korktuğu galerilerde geçen bir şey. Onu yükselten aslında o. O galeriye girdiğinde yükselir. Arter’de sergilendiğinde biraz daha yükselir. Bir müzayedede şu kadar paraya satıldığında biraz daha yükselir. Bu var. Ama bu piyasa ve kötü bir piyasa. En azından sanat için kötü ama sanatçı için iyi!
Öte yandan bu iletişim kültürü ve iletişim dünyası bütün diğer yükseklerle birlikte yüksek sanatı da bitirdi!