Ölçüyü Bozmak ve Azınlık Hali
Sosyolog Pascal Gielen’e ait iki kavramla başlamak istiyorum. İlki, “ölçüyü bozmak” diye tercüme edeceğim dismeasurement;[1] kavram aslında Virno’ya ait ama Gielen benim de burada kullandığım bağlama oturtuyor. İkincisi ise, sanatın azınlık olma hali. Gielen, sosyolog Pierre Bourdieu’ye referansla “[...] çağdaş sanat her zaman içinde yaşamaya alıştığımız kültürün olağan ölçüsünü bozmaya çalışır. [...] hem toplumda hem sanat dünyasında ölçüyü bozmaya çalıştığı için çağdaş sanat her zaman azınlık ve ayrıksı pozisyondadır.“ diyor.[2]
Devamla sosyolog Niklas Luhmann’ın sanat nosyonunu ele alan Gielen şöyle yazıyor: “Luhmann sanatın çağdaş toplumda rolünün ne olduğunu kendisine sorduğu zaman [...] sanatın rolünün bir olanaklılık/olasılık/imkan duygusu yaratması olduğunu söylüyor. Sanatın çağdaş topluma getirdiği ‘Hiçbir şeyin ne şart ne de imkansız olduğu’ veya ‘Olan her şeyin her zaman başka türlü de olabileceği’ mesajıdır.”[3] Bu imkân duygusu sanatın ölçüyü bozmasıdır.
Günümüzde, çağdaş sanatın aynı zamanda politik olduğu kabul edilir. Bugün dünya belki hiç olmadığı kadar politikleşmiş durumda: ekoloji hareketi, politik eylemler, yerel direnişler, ulusaşırı krizler etrafında süren tartışmalar, ve savaşlar ve terör eylemleri... Böyle iken beklenti o ki, sanatın ölçüyü bozması da politik olacak.
Neoliberal ve Ulusalcı İdeolojiler
Pascal Gielen “demokrasinin –kendisinden başka- temeli (foundation) yoktur; ne tanrı veya ideolojiler ne bilimsel pozitivizm demokrasi için temel oluşturmaz” (Gielen 2013) diyor. Ama bugün bizim demokrasilerimiz neoliberalizm ve ulusalcı ideolojilere dayanmış durumda. Gielen bu ikisinin birbirinin antidemokratik eğilimlerini kapatmak hatta güçlendirmek konusunda ne kadar iyi bir işbirliği içinde olduklarını vurguluyor.
Biz henüz neoliberalizmin ve ulusalcılığın ideolojik temelleri üzerine kurulmuş demokrasinin problemleri ile uğraşırken başka bir politik araç olan olağanüstü hal devreye girdi ve her şeyi meşrulaştırıverdi!
Olağanüstü hal politikanın kanun aracılığı ile kanunu geçersiz kılması ve çelişkili bir biçimde hala kanuni ve “demokratik” olmasıdır. Terimi ilk ortaya atan (“state of exception”) iktidardan yanlısı politik kuramcı Carl Schmitt’e göre olağanüstü hal geçicidir, normal değildir o yüzden de meşrudur; Agamben ise olağanüstü halin yeni ‘hal’, yeni normal olduğunu ve kalıcı olduğunu söyler.
Kapitalizmin neoliberal ve ulusalcı ideolojiler ve -bir politik araç olarak- olağanüstü hal ile yaşama ve çalışma koşullarımızı çerçevelediği bugünkü aşaması, geçici görünmüyor ve kendisinin daha iyi bir alternatifini üretebileceğine dair bir işaret de yok.
Öte yandan demokrasi hala bir ideal. Ütopya demiyorum, tarih içerisinde farklı zaman ve yerlerde farklı seviyelerde erişilmiş, yeniden erişilebilecek bir ideal. Ama ideal demokrasinin, olabilecek en zayıf tarifine bile yakınsayan bir uygulamasını görmek, bu yüzyılda pek mümkün olacak gibi görünmüyor. Avrupa demokrasisi sığınmacılarla karşılaştığında mükemmel olmayan yüzünü açıkça gösteriverdi. Sığınmacıların nasıl karşılandığı onları yaratan koşullar kadar ciddi bir demokrasi problemi. Bu bize bir kez daha gösterdi ki demokrasi küresel bir kavram, küresel bir ideal olarak ele alınmak zorunda. Bu ideal her yanından birbirine bağlanmış bugünün dünyasında neoliberalizmin yarattığı küresel tehdit altında.
Neoliberalizm, milliyetçi ideolojiler ve olağanüstü hal ile kamusal alan ve kültürel müştereklerimiz arasında doğrudan bir ilişki olduğunu biliyoruz. Neoliberal ve milliyetçi politikalar güç kazandıkça demokratik zeminimizi ve esasen kamusal alanı kaybediyoruz.
Kamusal alan sanat ve kültür için temel gereklilik. Ölçüyü bozabilmesi için önce sanatın erişilebilir olması gerekir. Bu nedenle kamusal alan sanat için bir varlık meselesidir. Sanat kamusaldır.
Kamusal alan aynı zamanda demokrasinin de şekillendiği alandır. Azınlıklara katılımcı güçlerini ellerine alabilecekleri hukuki bir çerçeve sağlayan açık ve özgür bir kamusal alan olmadan demokrasi korunamaz.
Kamusal Alan: Kamusal Mekan
Kapitalizm tüm vahşetiyle hüküm sürdüğü ülkelerde, devlet neoliberal prensipler doğrultusunda küçülme eğiliminde; genel olarak her alanda ama özellikle çağdaş kültür ve sanat alanında etkisini azaltıyor. Giderek devletin terk ettiği bu alanları zengin aileler veya şirketler ele geçiriyor. Kültürel alandaki özelleşme, programlı olarak empoze edilen yeni hayat biçimleri ve yeni âdetlerle bir hegemonya yaratıyor. İdeoloji, politika ve sınıflar üstü olduğu iddia edilen ama aslında küresel otoriter ve popülist politikaların yansıması olan bir sanat ortamı inşa ediliyor. Bu ortamın varsaydığı sanat politik değil: sanat devletten alınarak politikadan arındırıldı, esasen ‘kurtarıldı’. Fakat aslında, neoliberal mantığın yönettiği piyasanın kontrolüne teslim ediliyor. Bu, genellikle baskıcı yöntemlerle, ani sosyo-politik dönüşümlerle hızlı bir şekilde neoliberal politikalara geçen eski Sovyetler Birliği ülkelerinde de oldu, kapitalizmin şiddetini küreselleşmeye paralel olarak artırdığı Türkiye gibi ülkelerde de.
Kamusal alan neoliberalizmin kuşatması altında ve on yıllardır adım adım özelleştiriliyor. Kamusal alanın özelleştirilmesiyle hepimiz, doğal müştereklerimize olduğu kadar, kültürel müştereklerimize de erişimimizi kaybediyoruz. Vesna Çopic (Slovenya Kültür Bakanlığı Kültür Politikaları Bölümünün o zamanki yöneticisi) 1999’da “Piyasa prensiplerinin ve özelleştirmenin gelmesi bireyselliği teşvik etti ama aynı zamanda sosyal uyuma ve sosyal sorumluluk duygusuna zarar verdi” diyor.[4] Çoğu eski Sovyetler Birliği ülkesi olan Balkan ülkelerinde rejim değişikliğinden sonra yaşanan hızlı liberalleşmenin etkileri kültür ve sanat alanına da yansıdı. Ne ki, Louvre Müzesi’nin özelleştirilmesi bile en azından dile getirilebilir hale geldiyse kültürel değerlerini temel taşı sayan Orta Avrupa ülkelerinde de benzer dönüşümleri beklemek boş bir öngörü olmasa gerek. Öte yandan özelleştirmenin prensipleri, kamusal kurumları kendi gelirini sağlamaya zorlamak, kâr etmeye teşvik etmek gibi diğer yöntemlerle de işliyor. Sanat izleyicisini müşteriye, kültür nesnesini veya hizmetini mala dönüştüren bu yaklaşım özelleştirmenin ve neoliberal mantığa teslim olmanın başka bir hali.
Bir yandan neoliberalizmin bir başka veçhesi olarak küresel emperyalizmin sebep olduğu terör, öte yandan milliyetçi söylemler ve güvenlik politikaları kamusal alanı daraltmaya ve özelleştirilmiş, kontrollü güvenlik adacıkları yaratmaya devam ediyor.
İnsanlar ve insanlarla çevreleri arasındaki ilişkilerin kontrollü ve düzenlenmiş olduğu özelleştirilmiş kamusal alanlar olağanüstü hali doğallaştıran mekanizmalardır. Bu mekânlar sizin fiziksel ve ruhsal güvenliğiniz için sürekli olarak ‘olağanüstü hal’dedir.
Kamusal alan dinî, geleneksel veya ideolojik, sosyal ve politik şartlara bağlı olarak kendi sınırlarını her zaman yaratır. Fakat her halükarda modernist anlamıyla kamusal alanda sanatçı eleştirisinin diline ve biçimine kendisi karar verir. Özelleştirilmiş ‘kamusal alanlar’ ise tersine, sahibinin kontrolündedir; orada sanatçı gerektiğinde ‘açıkça’ belirtilecek olan bir ‘uzlaşmaya’ (konvansiyona) göre davranmak durumundadır. Her ne kadar özel kültür kurumları uluslararası saygınlıklarını korumak için esnek ve liberal olmaya çalışsalar da çoğunluğun temsili olan yerel otoritelerle ve kamuoyuyla uyumlu olmak zorundadırlar.
Özel kurumların bir başka misyonu da sanat ve kültür sahnesini evcilleştirmek ve beklentileri sınırlamaktır. Kamusal alanın, farklılıkları bir araya getirmek ve kendilerini ifade etmelerine zemin sağlamak olan temel prensibini karşılayamazlar. Bu alanlar keskin bir sınıfsal kimlik taşır. Mimarileri, iç mekân tasarımları, kurumsal kimlikleri ve kendileri sunma biçimleri, bir yerlerine mutlaka iliştirilmiş pahalı ve şık kafeleriyle kültür kurumunun nasıl olması gerektiğine dair bir çerçeve çizerler; kendilerini sanat ve kültür tüketiminin ortamı –mecrası– ilan ederek hangi sanatın nasıl tüketileceğini de belirlerler. Bu ortamlarda sanat eseri de özgün varoluşunu, toplumsal önemini ve gerçek sanatsal anlamını kaybederek kendisini anlamlı kılan geçici bir sanat tarihinin nesnesi haline gelir.
Bu özel sanat kurumları, üst orta sınıf ve zengin kesimlerin sanatla teması açısından, ve sanatın hâlâ konuşulabilir olması gibi belli bir tür temelin mevcut ve erişilebilir olması açısından gerekli olabilir. Ama özel sanat kurumları kamusal alanın, dolayısı ile demokrasinin, ve sanat da dahil azınlıkların demokratik temsil haklarının, savunulması için güvenilir aktörler olamazlar. Onların öncelikleri kamusal alanı açık ve özgür kılmak değil, tersine böyle bir taklit –simulakrum– üzerinden ait oldukları kurumlara ve ideolojiye sosyal sermaye sağlamaktır. Eğer sanatın politik olmasını ve ölçüyü bozmasını bekliyorsak, başka yerlere bakmamız gerekiyor.
Kamusal Alan: Mali Kaynaklar
Kamusal alan, sanat, kültür ve demokrasi için birincil önemdedir. Kamusal alan derken sadece kamusal mekânı kastetmiyorum; kamusal mekânın yanı sıra kamusal mali kaynaklar ve kamuoyu dediğimiz devlet tarafından yönlendirilen düşünce iklimi de sanat ve kültür alanı için aynı önemde. Sanatın ölçüyü bozmasını beklediğimiz kamusal alan bunların toplamından oluşuyor.
Piyasaya hâkim olan neoliberal mantığın yönettiği para akışının sanat ve kültür alanındaki işleyişini ele alalım. Sanatçının yaratabilmesi, üretebilmesi ve ürettiğini paylaşabilmesi için paraya ihtiyacı var; daha temelde düzgün bir hayat yaşayabilmesi için de paraya ihtiyacı var. Fakat biliyoruz ki bugünün neoliberal koşullarında sanat piyasasına entegre olmayı başaran pek azı dışında sanatçıların neredeyse tamamı güvencesiz bir hayat sürüyor. Piyasaya uymak mecburiyetinde olan bir sanatçı ölçüyü nasıl bozabilir?
Öte yandan uluslar veya uluslararası vakıflar veya kurumlar aracılığıyla kamusal veya yarı-kamusal mali kaynaklara erişmek söz konusu olduğunda da durum piyasadakinden çok farklı değil. Sanatçı neoliberal mantığın Darwinci yaklaşımı karşısında imtiyaz kazanmak için yine yarışmak zorunda. Bir yandan işini hazırlayacak, öte yandan fon başvurusu yazacak, bu arada da hayatını kazanmak için ya dünyanın en-düşük-ücretli sektörlerinden biri olan sanat ve kültür sektöründe çalışacak veya bir üniversitede yarı-zamanlı ders verecek ya da geçici başka işler yapacak. Bu koşullara dayanan sanatçı –Gielen’e referansla- zaten azınlık oluyor.
Kamusal Alan: Kamuoyu
Sanat doğası gereği kamusaldır, demiştik. Sanatın görülebilirliğini yani üretim ve sergilenmesini mümkün kılan maddi kaynakların ve mekânların özelleştirmelerle nasıl yok edildiğinden söz ettik. Sanatın paylaşılabilir ve tartışılabilir olması aynı derecede önemli diğer varoluşsal gereklilikler. İlkokuldan sonra resim defterine eli değmemiş, sanat tarihi, sanat teorisi gibi konulara hiç girmemiş, kendini ifade etmek için sanatın aracılığına başvurmamış bir genç kuşakla sanatı paylaşma zeminine taşımak pek mümkün değildir. Eğitimsizliğin yanı sıra politik söylem üzerinden sanatın ve sanatçının doğrudan aşağılandığı, sürekli cezalandırıldığı bir kamuoyunda paylaşmanın ve tartışmanın zemini olan kamusal alan bir bileşeniyle daha, pratik olarak yok edilmiş demektir.
Sanatçı, ölçüyü bozan etkisini, maalesef dünyanın çoğu bölgesinde hâkim olan neoliberal ve milliyetçi politikaların şekil verdiği, kimlik temelli ayrımcılığın, muhafazakâr veya din temelli söylemlerin, gizli veya açık nefret söyleminin hâkim olduğu kamu görüşü diye sunulan düşünsel bir iklim içerisinde yaratmak zorunda.
Sanatın Aciliyeti
Bir yandan kapitalizmin taşlarını döşeyen postmodernite, kapitalizmin şu ânına dair bir durum okuması aynı zamanda. Problemin kaynağı olan postmodern durum, çözümü için de bakmamız gereken yer olabilir. Dağınıklık, merkezsizlik, parçalanma, otonomi, ağ yapıları, iletişim, bu durumu tanımlayan kimi anahtar sözcükler, ki çözümün anahtar sözcükleri de bunlar olsa gerek.
Bu noktada bağımsızlar, bağımsız sanatçılar, sanatçı gurupları, aktivistler, bağımsız yapı ve kurumlar, ve otonominin her formunun çözümün aktörleri olacağına inanıyorum. Sanat ve kültür sahnesinde, topluma nüfuz ederek, tartışma ve birlikte çalışma zemini yaratacak küçük yerel grupların yani bağımsızların sayısını artırmaya çalışmamız gerekiyor. Yeni kamusal alanı, var olanı içeren ve onu genişleten yerel-düğümlerin oluşturduğu ulusaşırı bir ağ yapısı olarak düşünmeliyiz. Bunu sağlayacak şey aynı –yerel, politik veya estetik vs.– dili konuşmak değil, azınlıklar arasındaki iletişimi sağlayacak ve sürdürecek protokolleri yaratmaktır. Sanat ve kültür emekçileri, tüm farklılıklarıyla birbirlerini, insanları ve toplumları anlayacak protokolleri, daha önemlisi birlikte çalışmanın ve “yapmanın” protokollerini yaratmalıdırlar. Neoliberalizmin simülakralar yaratan kurumlarıyla baş etmenin yolu büyümek değil çoğalmaktır; bağımsız ve otonom yapıların çoğalarak ağı büyütmeleridir. Ancak yerel, bağımsız ve otonom yapılar yaratımları ve üretimleri ile “o anda orada” olarak simulakrumları ortadan kaldırıp gerçekliğin görünmesini sağlayabilirler.
Öte yandan, neden postmodern kabullenişe karşı eski modernist itirazımızı ve taleplerimizi yükseltmeyelim? Sanatın ve kültürün başarmasını beklediğimiz şey –sanata yüklediğimiz misyon– modernist bir ideal değil mi? Biz, Saul Bellow’un 1976’da, daha biz postmodern olmamışken söylediği gibi “dünyanın görünüşteki gerçekliğine ... sadece sanatın nüfuz edebileceğine”[5] hâlâ inanıyoruz.
Doğal olanın yanında kültürel müştereklerimize de sahip çıkmak zorundayız. Dönüşen kurumları, modernizmin hâlâ ihtiyacımız olan temel değerlerini korumaya zorlamalıyız. Özel sanat ve kültür kurumlarını ahlaki değerleri piyasa değerlerinin önüne koyup, her tekil bireyi kapsayarak ve bir bütün olarak topluma hizmet vermeye zorlamalıyız. Bu söz konusu kurumlarla sürekli çatışma demek; onları değişmeye kendi içlerinde parçalanmaya, yerelleşmeye, otonomlaşmaya ve simulakrumlar yaratmaya değil gerçekliğe dokunmaya zorlamalıyız. Neoliberal mantığın, özelleştirmenin, milliyetçi ideolojilerin bizi kabule zorladığı kaybediş yerine, müştereklerimiz olarak sanat ve kültüre açıkça ve doğrudan sahip çıkmalıyız.
Sanat aciliyettir...
Ekmel Ertan
Aralık 2016
[1] “Ölçüsüzlük” diye de çevrilebilecek bu kavram hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. skopdergi sayı4: Sanatın Ölçüsüzlüğü: Paolo Virno ile Söyleşi – e.n.
[2] Pascal Gielen, “Art in Less Democratic Times”: http://www.bamart.be
[3] N. Luhmann, Die Kunst der Gesellschaft (Frankfurt: Suhrkamp, 1995). Aktaran, Pascal Gielen, a.g.e.
[4] Čopič, “Privatisation and culture: how to separate cultural policy from the provision of culture”: http://dk.fdv
[5] Saul Bellow, Nobel Ödülü konuşması, 1976: http://www.nobelprize.org